5 Ocak 2008 Cumartesi

ZÂTÎ ( 1471–1546 ) - XVI. YÜZYIL TÜRK ŞÂİRLERİ

ZÂTÎ ( 1471–1546 )

a) HAYATI

Zâtî, Balıkesir’in Karesi vilayetine bağlı bir kasabada hicrî 876, mîladi 1471–2 tarihinde dünyaya gelmiştir. Divan edebiyatımızın ünlü şairlerinden olan Zatî’nin asıl adı konusunda çeşitli kaynaklarda değişik bilgiler verilmektedir. Zati şiir mahlası olup asıl ismi Latîfî, Sehi, Kınalızâde tezkirelerine göre Bahşî, Âşık Çelebi’ye göre Satılmış ve bugün halk tarafından kısaltılmış olan Satî’dir bu ismi “Zâtî” ye çevirerek mahlas edinmiştir. Şair hayat hikayesini Âşık Çelebi’ye anlatmıştır. Aşık Çelebi, şairin kendi ifadesiyle asıl adının “İvaz” olduğunu belirterek bu kelimenin ebced hesabı ile şairin doğum tarihi olan 876 (1471-72)’yi verdiğini kaydetmektedir. ( TDEA, C.8, ss.645-646)
Zâtî’nin ailesiyle ilgili fazla bir kaynak yoktur. Babasının bir dükkanı olduğu ve burada çizmecilikle uğraştığı bilinmektedir. Şüphesiz Zâtî’de de şiire ve edebiyata karşı bir ilgi bir yönelme olmasaydı O da babası gibi çizmecilikle uğraşıyor olacaktı. Şairin babasının cahil bir insan olması dolayısıyla Ali Nihad Tarlan “Zâtî Divanı” adlı eserinde oğluna ebced hesabı ile doğum tarihini gösteren bir isim koymasını uzak bir ihtimal olarak değerlendirmiş, Zatî mahlasına telaffuz itibariyle yakın olan Sati isminin olmasını muhtemel görmüştür.
Şair şiirle uğraşmaya başladıktan sonra Bursa, İznik, Edirne ve Manisa’da bulunmuştur. Yaklaşık 1500 yılında II. Beyazıd zamanında İstanbul’a geldi. Burada devrin şairleri ile tanıştı. Bilgi ve görgüsünü artırdı. Sultan Beyazıd’a yazdığı İydiyye, Bahariye ve Şîtâiyye kasidelerle onun ihsanlarına nail oldu. Ali Paşa’ya yazdığı şiirleriyle onunda gönlünü kazanıp himayesine girdi. Birçok para, elbise ve yiyecekle ödüllendirildi. Vezir Ali Paşa’nın emriyle biri nevruz ikisi de şeker ve kurban bayramları olmak üzere senede üç tane kaside yazıp bunlar karşılığında bolca para ve hediyelik eşyalar alıyordu. Ekonomik olarak oldukça rahattı. Refah içinde bir ömür geçiriyordu.
Zâtî’nin bu imkanlarının yanı sıra bir özrü vardı. O da kulaklarının çok ağır işitmesiydi. Bu nedenle birçok şeyi tam anlayamıyor ve eksik kalan çok şey oluyordu. Fakat bu açığını zekâsı ile tamamlıyordu. Padişaha yazdığı bir gazeli çok beğenilmiş ve padişah tarafından ona bir memuriyet verilmesi istenmiş ama sağırlığı nedeniyle bu mümkün olmamıştır. Bunun üzerine Bursa’da 20–30 akçelik bir tevlîyat verildi fakat sahip olduğu imkanları ve ihsanları bırakıp gitmek istememiştir. Bunun acısı ise daha sonraları kendini göstermiştir.
Ali Paşa’nın şehit edilmesinden sonra Zâtî’nin hayatı değişti ve fakir düştü. Eski günlerini özler oldu. Remîl sayesinde geçimini sağladı. Sultan Selim, padişah olduğu zaman ona kasideler sundu ve onun ihsanlarına mahzar oldu. Durumunu yeniden düzeltmeye başladı fakat talihi bir kere kötüye dönmüştü. Sultan Süleyman zamanında kasideler yazıp padişaha sundu ama fayda etmedi. Çünkü bu dönemde İbrahim Paşa’nın gözde şairi Hayâlî ile yolları kesişti. İki tarafta birbirinden hoşlanmıyordu. Zâtî’nin sözlerine göre Hayâlî onu kıskandığı için onunla ilgili Vezîr-i Âzam’a telkinatta bulunup Paşa’yı sevmediğini söylüyor ve Zâtî’yi sürekli kötülüyormuş. Hayâli ile girdiği bu çekişmelerden mağlup ayrılan Zati, yine remîl dökerek kazancını sağlamaya başladı.
Zâtî’nin evi Sarıgüzel Mahallesinde, dükkanı ise Bayezıd Camisi’nin avlusunda idi. Her gün dükkana yürüyerek giderdi. İhtiyarladığı için bu durum onu gittikçe yormaya başladı ve artık gidemez oldu. Geçimini devam ettirebilmek için de çalışması gerekiyordu. Bu sefer dükkanını evinin yakınında bir yere taşıdı. Üç dört ay böyle devam etti ve nihayetinde 953 (1546) senesi Ramazan’ının ikinci yarısında vefat etti. Öldüğünde 77 yaşındaydı fakat cenazesini kaldıracak parası yoktu. Parası olmadığından cenazesi Âşık Çelebi, Selikî, Yahyâ Bey gibi şairlerin yardımıyla kaldırılarak Edirnekapı dışarısına gömülmüştür.
Şairin vefatına Zuhûrî Acem ( Eş’ar kaldı yadîgar ), Abdî ( Suhanver göçdî ) ve Âşık Çelebi ( Gitti zali nazım ) tarih düşmüştür. ( TARLAN, 1976, ss.XI-XVIII )

b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

Âşık Çelebi Tezkîresinde şairin, çiçek bozuğu büyük burunlu ve ağır işiten biri olduğunu yazıyordu. Hoş sohbet, nüktedan, hazırcevap bir kişiliği vardır. Yakınları onu tahrik ederek haklarında bir nükte beyit veya kıt’a söyletir; bundan zevk alırlarmış. Letâif’i bu çeşit fıkralarla doludur. Gelibolulu Ali dışında bütün şuara tezkireleri şairliğini övmektedir. Necatî Bey’den sonra gelen en büyük şair olarak gösterilir. ( TDEA, C.8, ss.646 )
Zâtî, Velut bir şairdir. Latîfî’ye göre 3000 gazeli, 100rubaisi ve kıt’ası şehrengizi, lugazları, Hikayet-i Ahmed ü Mahmud’u, Siyer-i Nebî’si, Mevlîd’i, Şem ü Pervane’si, Hüsrev ü Şirin tarzında Ferruhnâme’si vardır.
Bu kadar çok yazmış bir şair olması Zâtî’nin değersiz eserler meydana getirmesine yol açmıştır. Çoğu ısmarlama yazılmış bu basit manzumelere bakarak Zâtî’yi değerlendirmek ve onu küçültmek kuşkusuz hatalı bir davranıştır. Geçimini sağlamak için bir floriye bazen 30’a yada 20 akçeye bir kaside yazmak zorunda kalan bir şairin sık sık tekrarlara düşmesi ve aldığı ücret karşısında basit şeyler yazması doğaldır. Zâtî’nin gerçekten güzel, değerli gazelleri, kasideleri de elimizdedir ki bunları Zâtî gibi yarım yamalak bir öğrenim görmüş bir kimsenin yazmasına ihtimal verilmez. Bu bakımdan Zâtî’nin bilinenden daha fazla okumuş olduğunun ya da olağanüstü bir zekaya ve sanat kudretine sahip bulunduğunun kabulü gerekir. Çağının en değerli şairlerindendir. Genç şairlere hocalık etmiş zaman zaman devlet büyüklerinin de takdirini görmüş ama layık olduğu hayat düzeyine erişememiştir. Bunda sağırlığı kadar avare yaradılışının da etkisi olduğu söylenir. Çağdaşları bile şayet yoksul ve sağır olmasaydı verdiklerinden kat kat daha değerli eserler verebileceğini ifade etmişlerdir. (CENGİZ, 1972, s.302)
Zâtî hayatının muayyen bir devresinden sonra sağırlığı ve fakirliği dolayısıyla kimseye yaklaşmaz, büyüklere gidip gelmezdi. Dükkanın da müşteri beklerdi. Onu tanıyanlardan bir kısmı eğer sağırlık ile fakirlikten halas bulsaydı, dostlarıyla sohbet eder, şairlerle görüşür, şiirler üzerinde fikir teali ederdi. Bu suretle şimdi olduğunun on misli olurdu, derler. Bir kısmı da şiirdeki bu kudreti, bu iki arızadan dolayıdır. Zira dostları ile daima musahabet onun dikkatini dağıtır, onun başka şeylerle meşgul olmasına sebep olurdu derler. Halbuki bu şekilde bütün gayretini şiire hars edebiliyordu derler. İkisinin de bazı cihette hakları vardır. Evinde yalnızca otursa onu kimse ziyaret etmezdi. Dükkan ana sermaye, remilse onu avutan bir meşgale idi. Şairler dükkanına gelirler ona şiirlerini gösterirler. O da böyle manaları alır kendi şiirlerinde ya aynen alır ya da biraz değiştirerek kullanırdı. Böyle başkasının malına sahip çıkma kabullenme kendine söylendiğindeyse ; “Bir hoş manacıktır, gördüm siz gerçekten şair değilsiniz, divanınız yoktur, hep bunlar zail olur. Biz divan sahibi şairleriz. Kıyamete kadar divanımız durur ve gazellerimiz hokkabazlar, kasebazlar ve canbazlar, belki ağaç ayaklıklarla şarka ve garba yürür. Bizim divanımızda bulunan zayi olmaz. Bu manacığı esirgediğimden divanıma aldım. Yoksa ona karşı bir heves ve ihtiras beslediğimden değil” derdi. Lakin bir diğeri kendisinin bir beytini bozsa, evini barkını elinden almışlar gibi bî-huzur olurdu. Tamam gazelini alsalar adeta çıldırırdı.
Bu asrın ilk yarısına damgasını vuran Zatî, asrın ikinci yarısına ve Türk edebiyatına damgasını vuran büyük şair Bakî’ye hocalık yapmış, onun yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bu yönüyle de büyük değer görmüştür.
Zâtî’nin en büyük eseri Divan’ıdır. Ömrü boyunca binlerce gazel ve yüzlerce kaside söylediği rivayet edilen şairin bütün şiirlerini bir araya toplayan bir divana rastlanmamıştır. Bazen çok zengin hayallerle süslediği ve zaman zaman çok düzgün söylediği şiirlerle bu yaptığı hizmete rağmen ciddi bir mesleği olmayışı ve hatıralarda gönlü kırık bir insan intibaı bırakması yüzünden Tanzimat şairi Ziya Paşa onun şiirini ve şiire hizmetini anarken:
“Eslafta Ahmed ü Necâtî
Âvâre vü dil-şikeste Zâtî.”
Türkî suhane temel komuşlar demek ihtiyacını duymuştur. ( BANARLI, 1998, C.1 , s.573 )


c) ESERLERİ

I) ŞEMS Û PERVANE : 5000 beyti aşan eser benzerlerinden oldukça farklıdır.

II) MECMU’ATÜ’L-LETAÎF: İki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım devrin şairleri, ileri gelenleri ve sıradan kişilerle ilgili manzum latifeleri ihtiva eder. Diğer kısım ise ahkam risaleleri tarzındadır. Devrin her türlü meslek ve sanat erbabını birer cümleyle mizahi şekilde tanıtır. Bunların dışında bir başka latifesi Delibirader Gazali’nin Mekke’den gönderdiği padişahtan başlayıp bütün devlet adamlarının ve diğer dostların ahvalini soran manzum mizahi mektubuna Zatî’nin aynı üslup ile verdiği cevaptır.

III) EDİRNE ŞEHRENGİZİ: II. Bayezıt zamanındaki Edirne’yi ve oranın güzelliklerini tasvir eder. Zatî’nin bunların dışında kaynaklarda adları verilen lakin ele geçmemiş olan şu eserleri bulunmaktadır; Sırf birinin ısrarı üzerine para karşılığında yazılan Ahmed ü Mahmud, Siyer-i Nebî, Mevlûd, Ferruhnâme ve Kur’an Falı. ( TDEA, C.8, s.647 )






ç) ZÂTÎ’DEN ÖRNEKLER

GAZEL I

1- Ey felek döne döne alma günâhum hazer et
Yıldırım kamçılı bir kimsedür âhum hazer et

1- Ey felek! Dönüp dönüp günahımı alma, bana iftirâ etme; Benim âhım yıldırım kamçılı bir adam gibidir; ondan kendini koru.
(Felek, gökyüzü ve baht anlamlarında, döne döne de hem gökkubbesinin dönmesi, hem de tekrar tekrar anlamında da kullanılmıştır. Aşıkların ahı kara dumanlı ve ateşlidir; göğü yakar. Yıldırım gibi, günahsız bir kişinin günahını almak yani iftira etmek, ahını almakta tehlikelidir).

2- Şâh-ı aşkum şerer-i âteş-i âhum sipehüm
Yanar addur benüm ey şâh sipâhum hazer et

2- Ben aşk sultânıyım.Âhımın ateşinin kıvılcımları askerimdir.
Sultanım , benim askerim kor halinde harlı bir ateştir;ondan kendini koru.

3- Ey gözümün nûrı beni yakma firâk âteşine
Âlemi zulmet eder dûd-i siyâhum hazer et

3- Ey gözümün nuru! Beni ayrılık ateşine yakma. Yoksa gönlümden çıkan âhın kara
dumanı, dünyayı kapkaranlık eder, bundan sakın.

4- Hırmen-i mâh yanar dâne-i encüm kül olur
Âh etdürme bana ey yüzi mâhum hazer et

4- Ey yüzü aya benzeyen sevgili! Bana acı cektirip âh ettirme.Yoksa aynı harmanı yanar , yıldız tâneleri kül olur . Bundan çekin.

5- Zâtî`yâ sâ’i kadan hırmen-i sabrun tutuşur
Çekilürken göge bu ejder-i âhum hazer et


5- Ey Zâtî! Bu âhımın ejderhası güğe çekilirken ağzından fışkıran şimşeklerle sabrımınharmanı tutuşa bilir Bundan çekin,bana ah çektirm.
(Ejder , ejderhâ masal ve destanlarda görülen yedi başlı ve ağzından ateş saçan büyük yılanlardır.Başları kesilince iki baş birden çıkar.Ançak kesilen başlar dağlanırsa öldürüle bilir.İnanışa göre yüz yıl yaşayan yılan ejderha olurmuş meleklerbunları zincirlere bağlar ve Kaf dağının ardına atmak için göğe fırlatırlarmış)

GAZELII


1- Her kimün lâle –veş destinde lâ`lin câmı var
Gül gibi gâyetde vakti hoş güzel eyyâmı var

1- Her kimin elinde –lâle biçiminde yâkut renkli bir kadehi varsa, onun gül mevsimi gibi çok hoş vakti , güzel günleri var demektir.

2- Vakt-i sâki mülâyim sûfiyâ meyen bana
Tevbe etdürme yüri her nesnenün eyyâmı var

2- Ey kaba sofu! Şimdi tam güllerin açıldığı ilkbahar mevsimi iken , şarap sunan da yumuşak davranırken bana içkiden tövbe ettirmeğe kalkma , yürü git.Herşeyin bir zamanı var.

3- Sûfiyâ bin serv-i Firdevs-i berîne dik gelür
Gülsitân-ı meclisün bir serv-i sîm-endâmı var

3- Ey kaba sofu! Toplantı gül bahçesinin gümüş bedenle, selvi boylu öyle bir güzeli var ki , yüce cennetin binlerce selvi ağacına kafa tutar.
(Dik gelmek, önünde dikilmek, dik dik konuşmak, kafa tutmak ve direnmek mânâlarında kullanılmıştır).

4- Mest olup ol serv-kamet gözlerinden dökdi yaş
Benmümüz bir baga döndi kim gül ü bâdâmı var

4- O selvi boylu güzel sarhoş olup gözlerinden yaşlar dökmeğe başladı. Böylece toplantımız bir bahçeye döndü; badem çiçeğimizde var.
(Gül, aslında çiçek demektir. Gül-i nâr: nar çiçeği, gül-i nergis: nergis çiçeği ).



5- Zâtî`ye vasf-ı cinân eylersin anda vâizâ
Sâkî-i meclis kadar bir dilber-i ra`nâ mı var

5- Ey öğüt veren! Zâtî`ye durmadan cennetleri anlatır, öğersin. Acaba orada toplantımızın şarap sunucusu kadar güzel bir dilber var mı? Hiç bundan söz etmiyorsun.

GAZEL III



1- Göricek hüsnüm inân-ı ihtiyâr eden gider
Tîg-i hışmı lûtf et ey çâbük-süvâr eden gider

1- Güzelliğini görünce düşüncemin , kararımın dizgini elimden kaçar.Ey usta binici sevgilim , lûtfen bu öfkeli bakış kılıcını elinden bırak.

2- Başın için nakş edüp ayağa salma âşıkı
Reng-i hınnâ-yı melât ey nigâr eden gider
2-Ne olur , başın için hileler edip âşıkı ayaklara düşürme Güzelim , güzellik kınasının engi bir gün gelir , elden gider

3- Gırre olma bunca murg-ı dil şikâr ettüm deyu
Âkıbet şehbâz-ı hüsn ey şehriyâr elden gider

3- Sultânım , bunca gönül kuşunu avladım diye grurlanma .Sonunda güzellik doğanı elden kaçıp gider, unutma.
(Güzellik doğan kuşuna benzetilmiş. Kuş avlanmakta kullanılan doğan avcısının kolunda durur ve avı yakaladıktan sonra avcıya getirir).

4- Murgueş el üzre tut âşıklara râğbetler et
Bu tarâvet âhir ey kaddi çınâr elden gider

4- Ey boyu çınara benzeyen sevgilim , âşıklara iyi davran sygı göster; kuş gibi el üstünde tut . Çünkü sonunda bu tazelik bu güzellik yok olup gider.
(Sevgili Çınara âşıklar kuşa benzetilmiş . Çınar yapraklan el biçimindedir. Sevgilininde çınarında tazeliği kalmayınca âşıkta kuşta kalmaz).

5- Zâtî-i mûra elünden geldügince eyle lûtf
Hâtem-i hüsn ey Süleymân-iştihâr eden gider


5- Ey Süleyman gibi namlı sevgilim! Bu, karınca gibi küçük, değersiz Zâtî’ye elinden geldiğince iyilik göster Çünkü güzelliğin Mührü bir gün olur kaybolur gider.
(Hz. Süleymân kibrit-i ahmerden ve üzerinde Tanrı adlı yazılı mührüyle bütün insanlar, hayvanlar, kuşlar, cinler ve devlere, hatta rüzgara emrederdi. Parmağında taşıdığı bu yüzük mührünü şeytana kaptırmış ve geri alıncaya kadar saltanatını kaybetmişti.
Hz. Süleyman bir gün savaşa giderken karıncalar ülkesinde karınca beyinin adamlarına “yuvanıza girin Süleymân’ın askerleri sizi çiğnemesin “seslendiğini duydu. Atından inip beyle konuştu ve ondan çok öğütler aldı. Karınca beyinin sunduğu bir çekirge buduyla ordusunu doyurduğu gibi yarısını da azık olarak yanında götürdü).

GAZEL IV



1- N`oldu inlersin felek hercâyi cânânun mı var
Sery eder her menzili bir mâh-ı tâbânum mı var

1-Felek ne oldu sana, inleyip duruyorsun? Yoksa seninde benim gibi hevâyi, kararsız bir sevgilin mi var? her yerde dolaşan, her yanı gözleyen parlak bir ayın mı var? (Felek kelimesi gökyüzü, baht, çark mânâlarında kullanılır. Durmadan dönmesiyle Botan dolabına ve çarka benzetilir. Bu yüzden dolap gibi inlediği düşünülür).

2- Benzüni ey bûtsân hazân mı etdi zerd
Yohsa başı taşra bir serv-i hırâmânun mı var

2- Ey bahçe! Benzimi güz mevsimi mi böyle sapsarı etti? Yoksa seninde benim gibi boyu yüksek, aklı başka yerlerde, vefâsız salınan bir selvi boylun mu var?

3- Ağlayup feryâd edersin her nefes ey abdelîb
Hâr ile hem-sâye olmış verd-i handânun mı var

3- Ey bülbül, böyle her an ağlayıp inliyorsun.Yoksa sende benim gibi dost olan, gülüp açılmış bir güle mi âşıksın.
(Bülbül güle âşıktır. Diken ise aralarına girer. Şâirinde, sevgiliye kavuşmasını önleyen, onun yüz verdiği rakiptir).

4- Yoluna cânum revân etsem gerek cân`a dedüm
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi cânum mı var

4- Canım sevgilim! Yoluna canımı akıtmalı, sana kurban olmalıyım, dedim. Yüzüme öfkeyle baktı, dedi; Senin canında var mı?


5- Zülf-i dilber gibi ey Zâti perîşânsın yine
Cevri bî-had yohsa bir yâr-ı perişânum mı var

5- Ey Zâti! Yine sevgilinin saçı gibi dağınık, bitkinsin. Yoksa cefâsı, eziyeti sınırsız peri gibi güzel`bir sevgilin mi var?

Hiç yorum yok: