5 Ocak 2008 Cumartesi

HAYÂLÎ BEY ( ?-1556 ) - XVI. YÜZYIL TÜRK ŞÂİRLERİ

HAYÂLÎ BEY ( ?-1556 )

a) HAYATI

Hayâlî Bey 16. asrın Fuzûlî’den sonra gelen en büyük şairleridir. Asıl adı Mehmet, lakabı ise bekâr Memi’dir. Selanik vilayetinin kuzey doğusunda bulunan Vardar Yenicesi’nde doğmuştur. Vardar Yenicesi Hayâlî devrinde ufak bir ilim ve edebiyat merkezi idi. Hayretî, Usûlî, İlâhî, Garîbî gibi şair ve mutasavvıflar yetişmiştir. Orada istinsah edilmiş klasik kitaplardan başka birçok da laik ilimlere ait kitaplara rastlanır.
Hayâlî, Kınalızâde’nin “Mecma’ı Şu’arâ” ve “Menba’i Bulagâ” dediği Vardar Yenicesi’nde II. Bayezıd zamanında 886–918 (1481–1512) dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi belli değildir. İlk tahsilini memleketinde yapmıştır.
Âşık Çelebi, kendi üslubu ile bu tahsilin Gülistan ve Bostan gibi o zaman klasik olan edebi eserler etrafında olduğunu ima ediyor. Hayâlî’nin kuvvetli bir medrese tahsili görmediği eserlerinden anlaşılır. Bu tahsili yaparken de muhtelif memleketleri dolaştığını zikreder. O sıralarda Baba Ali Mest-i Acemî adlı bir Kalenderî mürşîdi dervişleri ile beraber Yenice’ye uğramıştı. Hayâlî, bu serazat dervişlerin sohbetinden pek zevk aldı. Daha çocuk denecek yaşta iken bunların içinden bir ışık dilberine aşık olarak o kafileye katıldı. İstanbul’a gelip gitmeye başladı. Hayâlî, bu seyahatleri sırasında gerek Baba Ali Mest-i Acemî’den ve gerek içinde bulunduğu muhitten tasavvufa dair bir çok şeyler öğrenmiştir. Hayatının bu ilk devresinin geçiş tarzı kendisinin baba ihtimamından mahrum kaldığını gösterir. Yine böyle bir gelişte İstanbul Kadısı Sarıgürz Nurettin Efendi böyle güzel, yakışıklı bir genci Kalenderiler arasında bulunması “ne meşru ve ne de makuldür” diyerek Hayâlî’yi onlardan ayırarak “Şehir muhtesibi Uzun Ali’ye emanet etti.” Bu devrede dev Hayali, tahsile ve belki de biraz medrese tahsiline devam etmiştir. ( TARLAN, 1992, ss.13-14 )
Hayâlî, ruhen kuvvetli istidada sahip olduğu için kısa zamanda şiirler söylemeye başlayıp yavaş yavaş şöhret yolunu tutmuştur. Bu sırada Defterdar İskender Çelebi’nin dikkatini çeken şair, daha sonra Sadrazam İbrahim Paşa’ya takdim edilir ve zamanla Kanunî Sultan Süleyman’ın nedimleri arasına girer. Âşık Çelebi’nin ifadesiyle “pençe-î sultanîden tu’me yiyub sâid-i saadette karar îden bir şahbaz” olur. Utangaç bir mizaca sahip olan Hayâlî, padişahın meclisinde bir müddet şiir söyleyemez. Kendisi bu durumu şöyle ifade eder.

“Bir bezm-i hasa mahrem oluptur Hayâlî kim
Açılmaz onda gonca-i cennet hicabdan”

Ancak şair daha sonra takdim ettiği gazel ve kasidelerle padişahın lütfüne fazlasıyla karşılık vermiştir. Bir kaçı istisna olmak üzere kasidelerinin tamamına yakını padişaha sunulmuştur. Rodos’un fethi dolayısıyla verdiği kasidede görünen uzun ve canlı tasvirler şairin bu savaşa iştirak ettiği hissini uyandırmaktadır.
Padişahın yakın dostluğunu kazanan Hayâlî’ye yapılan ihsanları tezkire sahipleri anlata anlata bitiremez. Şaire önce ulufe sonra da tımar ve zeamet verilmiştir. Ayrıca sunduğu her gazel ve kaside karşılığında bahşiş ve ihsanda bulunulmuştur. Bu insanlara padişahın yanında İbrahim Paşa ve İskender Çelebi’nin de katıldığı görülmektedir. O devre ait bir mevâcîb ( maaş, ulufe ) defterinde Hayâlî’nin 1525–1526 yılında günlük 10, aylık 290 akçe aldığı kayıtlıdır. Şairin bu ikbali başta Yahya Bey olmak üzere devrin diğer şairleri tarafından kıskançlıkla karşılanmıştır. En büyük hamileri İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın katlinden sonra şairin talihi döndü. Yeni gelen Rüstem Paşa edebiyata fazla değer veren bir insan değildi. Önemsemediği gibi şair olarak da Yahya Bey’i destekliyordu. Hayâlî Bey kendisini kıskanan ve çekemeyenlerin kışkırtmalarından çekinerek hayatını emniyette hissetmediğinden İstanbul’dan uzaklaşmak istedi. Bu düşünce ile padişahtan “Sancak Beyliği” istedi. Daha sonra da Rumeli Kethûdalığı istedi. Şair bu istekleri kendi iradesiyle vermemiş yakın çevresindeki eşinin dostunun ısrarı üzerine vermiştir. Daha sonra yaptığı bu hareketin hatalı olduğunu düşünmüş ve pişman olmuştur. Hamilerinin ölümünden sonra da padişah tarafından iltifat gördüğü söylense de bu pek inandırıcı olarak görülmemektedir. Çünkü bu derece de bir kişiliğe ve sanat gücüne sahip bir insanın bu tür isteklerde bulunması söylenilenlerin aksini doğrulamaktadır.
Padişah ile Hayâlî Bey arasındaki soğukluk İskender Çelebi ve İbrahim Paşa hayatta iken de olduğu tahmin edilmektedir. Hatta bir defasında Edirne’ye giden padişah Hayâlî’ye iltifat etmeyip onu yanında götürmemiştir. Bu durum ise şairi çok üzmüştür. Şair padişahtan daha farklı isteklerde de bulunmuştur. Fakat bunların ne olduğu konusunda bir fikir yoktur. Bazı kasidelerinde ise bıçağın kemiğe dayandığını söyleyerek tevliyet ve dirlik istemiştir. Bir başka kasidesinde padişaha vasf-ı halini dinlemesi için adeta yalvarır ve bunu bile büyük bir ihsan görür. ( KURNAZ, 1996, ss. 21-26 )
Ahmet Reşit Efendi, “Tarihi Osmanlı” eserinde Sultan Mustafa’nın katli hadisesinde Hayâlî’nin bir etkisi olduğunu söylemekte ancak Hayâlî Bey gibi rind, meşreb, dünya nimetlerinden uzak bir insanın bunu yapması pek ihtimal işi değildir. Zira sebep olarak Şehzade Mehmed Han’a mersiyeler yazdığı halde Sultan Mustafa hakkında bir şey yazmaması gösterilmiştir. Sultan Mustafa için çok kuvvetli bir kaside yazan Yahya Bey ile araları açık olduğu için böyle bir şey yazmamış olması yüksek ihtimaldir.
Hayâlî Bey 1557 senesinde Edirne’de vefat etmiştir. Âşık Çelebi : mezarının Salh hane yolunda Haydarhane Hatîresinde bulunduğunu söyler. Bu gün Edirne de mezarının bulunup bulunmadığını Edirne Halkevinden soran Ali Nihat Tarlan’ın aldığı cevaba göre Hayâlî, Edirne’de Uzun Kaldırım Mezarlığına karşı dedelerinden kalan Vize Çelebi Mescîdî’nin avlusu önüne kendi yaptırmış olduğu iki lüleli denmekle maruf çeşmenin sol tarafına pencere boyuna gömülmüştür.
Uzun yıllar boyunca bekar yaşamış olan Hayali Bey’in evlendiği ve iki çocuk sahibi olduğu bilinmektedir. Eşi kendisinden önce vefat etmiştir. Çocuklarından Ömer Bey, Muradiye Camîsi’nde uzun yıllar mesnevi okutmuştur. 20 yıl Halep Defterdarlığında bulunmuş ve emekli olduktan iki yıl sonra vefat edince Koca Mustafa Paşa Mezarlığına defnedilmiştir. Hayâlî Bey’in diğer oğlu İbrahim Bey’de şair ve edip bir insandır. (TARLAN, 1992, ss.16-19 )

b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

Hayâlî Bey’in en önemli özelliği çok cömert bir insan olması ve dünyevi değerlere kıymet vermemesidir. Âşık Çelebi Tezkîresinde onun bu özelliğini uzun uzun anlatmaktadır. Hayâlî, zamanında kendisine verilen değer noktasından incelersek bu günkü düşüncelerimize oldukça aykırı bir sonuca ulaşmakla beraber o devir şair ve tezkirecilerinin şiara büyük kıymet verdiklerini görürüz.
Hayâlî, doğuştan şair yaradılışlı bir şahsiyettir. Kuvvetli bir şair ve tarikat kültürü merkezi olan bir muhitte yetişmişti. Doğal yeteneği tesirini derhal göstermiş ve Hayâlî, on dört yaşında şiir söylemeye ve şöhret yapmaya başlamıştır.
Şairin yirmi yıllık arkadaşı Aşık Çelebi, tezkiresinde Hayâlî’ye ait bir çok aşıkane maceralar anlatır. Lakin hayatına ait aşk maceraları ilk Kalenderîlik devresinde aldığı tasavvufi terbiyenin altında bu tefekkür sitemine bürünerek şiirine intikal etmiştir. (TARLAN, 1992, ss.22-23 )
Hayatında şiir yoluyla az şaire nasip olacak bir takdir ve imkan elde eden ve bu yüzden çeşitli kıskançlık hiciv ve dedikodulara hedef olan şairin aslında tok gözlü zengin gönüllü, onurlu eli açık, paraya, mevkîye, mala değer vermeyen, dünyayı hiçe sayan, kayıtsız, serbest yaşamayı seven, sıkıntı ve zora girmeyen, çatışma ve huzursuzluklardan hoşlanmayan bir yaradılışa sahip olduğunu Aşık Çelebi, açık ve etraflı bir dille ortaya koyar. Hoşgörü ve dost canlısı olup kendine hiciv yazılmadıkça başkalarını hicvetmezdi. Böyle olmakla beraber ikbal ve şöhreti etrafında doğan kıskançlıklar karşısında mevkisini korumak için bazen yakın dostları aleyhinde bunu yapmaktan çekinmediği belirtilmektedir. ( TDEA, C.4, ss.170-171)
Vardar Yenicesi, Hayâlî Bey’in edebi şahsiyetinin tekamülünde önemli bir yer teşkil eder. “Gaziler Ocağı ve Arifler Durağı” olarak nitelendirilen bu küçük Rumeli Kasabası Şeyh Abdullah-ı İlahi olmak üzere çok sayıda edebi şahsiyet yetiştirmiştir. Vardar Yenicesi, o dönem itibariyle tam bir kültür ve sanat merkezi özelliğindeydi. Bu edebiyat ve sanat merkezinde doğan büyüyen şair hem bu yörenin olanaklarından hem de kendisinin sahip olduğu olanaklarla ve yeteneklerle önce burada sonra da İstanbul’da namını duyurmayı başarmıştır. Tabi ki onun yetişmesinde Ali Mest-i Acemî’nin katkılarını göz ardı etmemek gerekir. Çünkü bu şahsiyet, Hayâlî’yi oğlu gibi sevmiştir. Nitekim Hayali’nin şiirlerindeki tasavvufi unsurlarını doğduğu yerin manevi havası yanında Baba Ali tesirini görmek mümkündür.
Hayâlî Batınî olmasına rağmen ehl-i sünneti incitecek bir tarafın olmadığını Ali Nihat Tarlan yaptığı incelemelerde göstermiştir. Şiirlerindeki tasavvufi unsurlara rağmen onu kuvvetli bir mutasavvıf şair saymak yanlış olur. ( TDVİA., 1998, C.17, s.6 )
Devrinin tezkire yazarları ve şairleri onun dönemin en büyük şairi olduğunda birleşir ve ona “Diyâr-ı Rum’n Sultânü’ş Şuarâsı, meşhur maraf Hayâlî Bey” adını vermişlerdir. Hatta bazı şairler Hayâlî’yi Hafız-ı Şirâzî’ye benzeterek onun şairlik değerinin yüksekliğini göstermeye çalışmışlardır.
O dönemin en önemli şairi Zâtî’yi, Hayretî, Kara Fazlî ve Yahya Bey gibi şairleri şiir alanında yaptığı mükemmel yükselişle gölgede bırakmış ve ne kadar büyük bir şair olduğunu göstermiştir. Ali Şîr Nevâî ve İran şairleri hakkında saygın bir ifadeyi daima kullanan Hayâlî, kendisini onlarla eşit görür. Osmanlı şairleri arasında da kendisinin Necatî Bey’in yerini tuttuğunu söyler. Bu yönüyle birlikte atasözü,deyim ve halk tabirleriyle şehirli Türkçe’sini kullanma yolunda Necatî Bey’in takipçisi olduğunu da ifade etmektedir. O dönemde Hayâlî’ye rakip olabilecek tek kişi Fuzulî idi. Ancak o bu şöhreti gölgelemeyecek kadar İstanbul’dan uzaktaydı. Ali Nihat Tarlan’a göre, Hayâlî tasavvufi özellikleri itibariyle Bakî’den üstündür.
Canlı ve kuvvetli bir üslupla yazılmış olan kasideleri olan Hayâlî asıl şöhretini yansıtan şiirleri ve gazelleri olmuştur. Bu şiir ve gazellerinde Rumeli şairlerinde görülen samimiyet, ilham kudreti, gurur ve istiğna, mahalli renklere itina gibi özellikler dikkati çeker. Klasik edebiyatta fazlaca kullanılan “müşebbehün bih”lerdeki benzetme unsurlarını kendi şiir anlayışında eriterek kullanmayı bilmiştir.
Şiirlerinde tasannu bazen ruhundan doğan şiddetli ilhamın heyecanı içinde kaybolur. Mısralarındaki şekil mükemmelliğinin olmayışı, onun kayıt altına girmek istemeyişinden ve yeteri kadar bir tahsil görmemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun kanıtı olarak şiirlerindeki bazı imla ve söyleyiş kusurlarını Aşık Çelebi’nin düzeltmesi olarak gösterebiliriz.
Hayâlî, çağdaşı olan Sufî, Huşuî vb. gibi şairlerce övüldüğü gibi Fuzûlî, Ulvî, Vahîdî, Rahmî gibi şairler üzerinde de etkili olmuştur. Fuzûlî’nin meşhur “Su Kasidesindeki su redifini” Hayâlî’den almış olması kuvvetli bir ihtimaldir. Devrinden başlayarak Hayâlî’nin gazallerinin Gunâhî, Ali, Şeyh Galip, Keçecizade İzzet Molla, İzzet Ali Paşa, Bayburt’lu Zihnî gibi şairler tarafından tanzir ve tazmin edilmiş olması tesirinin ne kadar etkili ve sürekli olduğunu gösterir.
Hayâlî’nin divanındaki neşre göre, Kanunî Sultan Süleyman hakkında olmak üzere yirmi beş kaside, sekiz musammat, bir terkibi bend, beş müteferrik manzume, 688 gazel ve 33 kıt’a mevcuttur. ( TDVİA., 1998, C.17, s.6 )

c) ESERLERİ

Hayâlî Bey’in divanından başka eseri bilinmemektedir. Bazı kaynaklar kendisinin divanını bizzat tertip etmediğini hatta Kanûnî bir defasında Divan’ı görmek istediğinde divanın onun şiirlerini toplamış olan Vefalı Şehzade Ali Çelebi’de bulunabildiğini kaydederler. Bununla birlikte bazı şiirlerinde bizzat divan tertip ettiğini gösterir.
Âşık Çelebi bir mesnevi yazması konusunda Hayâlî Bey’e baskı yapmış olsa da bu bir işe yaramamıştır. Fakat bir gün bir mesneviye başladığını ve iki yüz beyit yazdığını söylemişse de Aşık Çelebi’nin kaydetmesine razı olmamıştır. Bazı kaynaklarda onun Leyla ve Mecnun Mesnevisi bulunduğu yazılıdır. Fakat bunun Hayâlî mahlaslı başka bir şaire ait olduğu anlaşılmıştır.
Hayâlî Bey’in divanının Ali Nihat Tarlan tarafından İstanbul Kütüphanelerindeki On üç nüsha karşılaştırılarak bunlar arasında yedi nüshası üzerinden tenkitli neşri yapılmıştır.
Hayâlî Bey divanı kasideler, musammatlar, (murabba, muhammes, tahmis, muaşşer vs.) gazeller ve mukattaat bölümlerinden meydana gelmiştir. 668 gazel, 25 kaside, 15 musammat ve 33 mukatta bulunmaktadır. Kasidelerden 12’si, gazellerden 449’u rediflidir. Redifli şiirler şairin muhayyilesinin bütün genişliği ile aksettiği şiirlerdir. Denilebilir ki müşahhas rediflerde şairin en geniş manasıyla kültürü ve hayal gücü aksederken dil ve mefhum zenginliği kazanmaktadır. Redifin ahenk yönünden şiiri kanatlandırdığı ve bir bütünlük kazandırdığı da unutulmamalıdır.
Ayrıca divandaki 668 gazelden 604’ü beş beyitten meydana gelmiştir. Zaten gazelin 5,7,9 tek rakamlı beyitlerle yazılması gelenektir. Bu sebepten 6 ve 8 beyitli gazellerin bir kısmı nüsha farkıyla ortaya çıkmış olmalıdır. ( KURNAZ, 1996, ss.31-33 )
Hayâlî Bey divanı ile ilgili bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlardan biri Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan tarafından incelenerek 1946’da İstanbul’da neşredilmiştir. Ayrıca Hayâlî hakkında geniş çapta bilgi için Prof. Fuat Köprülü’nün “Anadolu’da Türk Dili Ve Edebiyatı’nın Tekamülü” makalesine: Ali Nihat Tarlan’ın Hayâlî Bey Divanı Mukaddimesine ve bu konuda bibliyografik malumat için de Th. Manzel’in Türkçe İslam Ansk.’deki Hayâlî maddesine bakılmalıdır. ( BANARLI, 1998, C.1 , s.574 )

ç) HAYÂLÎ ‘DEN ÖRNEKLER

GAZEL I


1- Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler.

1- Dünyâyı süsleyen dünyânın içindedir. Ama insanlar onu aramasını bilmezler. Tıpkı denizin içinde olup da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibi.
(Beyitte tasavvufun esası anlatılmış: Mutassavvuflara göre Tanrı, vücûd-ı mutlaktır ve ondan başka bir varlık yoktur; bütün kâinât, hayvan, nebât ve eşyâ Tanrı zâtının görüntüsüdür. Tasavvufta ana kaide “Lâ mevcûdu illallah” -Tanrı`dan başka varlık yoktur - sözüyle özetlenmiştir.)

2- Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt oldı gam-ı ferdâyı bilmezler

2- Ey ham sofu, meyhanede oturup burayı mesken edinenlere cehennem azabından, çekecekleri cezâlardan söz etme. Bunlar vaktin oğlu oldular, geleceğin sıkıntısını çekmezler.
(İbna`l-vakit zamanın oğlu, yaşadığı zamana uyup, gereklerini yerine getiren, insan demektir. Tasavvuf terimi olarak da geçmiş ve gelecekle uğraşmayan, geleceği düşünmeden Tanrı`nın her hükmüne, her-emrine itiraz etmeden uyan, gerçek sofi anlamındadır. Çıkarcı, dalkavuk anlamında ise İbnu’z-zamân sözü kullanılır. Beyitteki hârabât, dünyâ ve ilâhî aşk şarabının içildiği tekkedir.)

3- Şafak-gûn kan içinde dâğını seyr etse âşıklar
Güneşde zerre görmezler felekde aynı bilmezler.

3- Âşıklar kıpkızıl kan içindeki yaralarına baka baka güneşi zerre kadar görmezler, gökyüzünde ay oldugunu bile fark etmezler.
(Şafak, güneş batarken gökyüzündeki kızıl aydınlıktır. Türkçe’de daha çok güneş akması doğarken görülen kızıllık ve alaca karanlık anlamında kullanılır. Kan maddedir. Kanın maddeden kurtulmaktır. Gerçek aşka ulaşan âşıklar acılarıyla baş başa kalıp yaralarını seyredince artık dünyâdan soyutlanmışlardır, hiç bir şeyle ilgilenmezler. Hayâlî Bey kendini ilahî aşka yönlenmiş bu âşıklardan sayıyor.)


4- Hamîde kadlerine rişte-i eşki takup bunlar
Atarlar tîr-i maksûdi nedendür yayı bilmezler

4- Bu âşıklar yay gibi iki büklüm boylarına gözyaşı ipliğini takıp, istek okunu hedeflerine atarlar. Ama yayın neden yapıldığını düşünmezler bile.
(Göz yaşı sürekli aktığından ipliğe benzetilmiş Bugünde sicim gibi gözyaşı dökmek deyimi kullanılır. Âşıkların boyu her zaman iki büklümdür. Çeng aletine, dal harfine yada yaya benzetilir.Beyitte âşıkların amacı; Tanrı ya kavuşmaktır. Kullandıkları yayın kendi vücuttan mı, yoksa Tanrı zâtının tecellisi mi olduğunu düşünmüyorlar ilâhi aşkla o kadar sarhoş olmuşlardır.)

5- Hayâlî fark şalına çekenler cism-i uryânı
Anunla fahr ederler atlas u dîbâyı bilmezler.

5- Hayâlî! Çıplak vucûtlarını yoksulluk şalına sararlar,bununla öğünenler . Bunların atlas ve dibâ gibi değerli kumaşlarda gözleri yoktur.
(Fakr tasavvufta Tanrı`dan başka her şeyi bırakma, dünyâ ile ilgiyi kesmektir. Kulun Tanrı karşısında hiçliğini ve yokluğunu duymasıdır. Fakr, gönül zenginliğidir. Beyitte “El-fakru fahri “-Fakirliğim ile övünürüm “ hadisine tehmil yapılmış Sahih hadiselerden olmayan ve Hicri üçüncü yüzyılda ortaya çıkan bu hâdis mânâsı doğrudur diye benimsemiştir.


GAZEL II



1- Ol gün kanı ki gün gibi sûzân idüm sana
Olsan revâne sâye-i bî-cân idüm sana

1- Güneş gibi sana yandığım o günler nerde kaldı? Sen yürüyüp gitsen, cansız bir gölgen gibi ardından ayrılamazdım.
(Bu gazel tümüyle tasavvufidir. İnsanların henüz can verilip yaratılmadan Tanrının varlığıyla bir odluları günlerden sözedilmiş).


2- Esrâr-ı kâ`inâta azel cüradân iken
Ben hânkaah-ı aşkda hayrân idüm sana

2- Ezel toplantısı, kâinâtın esrârından birer nefes çekilen eski kabağı iken, ben aşk teknesinde senin hâyranın idim.
(Tanrı`nın insanların ruhlarını topladığı Bezm-i ezel, bir esrâr kabağına benzetilmiş. İnsanlar ilâhi sırlardan biri nefes alıp varlık âlemine inanıyor. Hayâlî Bey, ben daha o zaman, henüz yaratılmadan senin aşkınla kendimden geçmişim demiş. Hayrân, aynı zamanda esrâr sarhoşu mânasındadır.)

3- Ne gülde reng ü bû var idi ne sabâda fer
Ben gülşenünde bülbül-i nâlân idüm sana

3- Henüz ne gülde renk ve koku, nede sabah yelinde tâzelik varken, ben senin gül bahçende aşkından inleyen bülbülün idim.

4- Sen nâz ederdün ehI-i niyâza Medîne-vâr
Ben Ka’be gibi çâk-i girîbân idim sana

4- Sen büyük şehirler gibi, sana yalvaran kullarına naz ederken, ben Ka`be gibi, yakamı açmış, sana buyur diyordum.
(Medine, şehir demektir. Büyük şehirler, dışarıdan gelen yersiz yurtsuzları kabul etmek istemezler. Her devirde dışardan gelenlerin yerleşmeleri için bazı kısaltmalar konmuştur. Beyitte Medine iki anlamda kullanılmış Ka`be ise beytu`llah, yâni Tanrı`nın evidir. Her kulu kabul eder. Ka`be örtüsünün açılması, yaka yırtıgına benzetilmiş. Yaka yırtığı âşıkların işâretidir. Acıdan, kederden âşıklar yakalarını yırtarlar. Tanrı, kulun gönlünde tecelli eder. Gönül Kâ’be’ye benzetilir. Hayâli Bey, gelip gönlüme girip yerleşsin diye yakamı parçaladım, diyor.)

5- Şâhum Hayâlîyem ki cihân lâ-mekân iken
Ben bir mekân-ı hâsda mihmân idüm sana

5- Sultânım! Dünyâ henüz yaradılmamışken, yeri belli değilken, ben özel bir yerde senin konuğun olan Hayâliyim.
(Mekân-ı hâs sözüyle bezm-ı ezel anlatılmak istemiştir.)

GAZEL III

1- Bir âleme ermiş durur erbâb-ı harâbât
Kim düşde dahî görmez anı ehl-i münâcât

1- Meyhâne halkı öyle yüce bir âleme erişmişlerdir ki, yalnız, duayla, yalvarmayla ham sofular bunu düşlerinde bile göremezler.
(Meyhâne, tasavvufta tekke, şarap ilahî aşktır. Meyhâne ehli de tekkedeki derviş, sofi anlamında kullanılır. Mutasavvıflara göre Tanrı`ya yalnız ibadete değil aşkla ulaşılır).

2- Mey telh oluçak hâlet olur anda ziyâde
Zevk ehline yeter bu kadar keşf ü kerâmât

2- Şarap acı olursa, ondaki lezzet de çok olur. Zevk sahibi olanlara bunun sırrını anlatmak ve erimişçe buluş yeter.

3- Ârâm edemez dil göricek sâgarı pür-mey
Hurşîdi göricek n`ola raks eylese zerrât

3- Gönül, kadehi şarapla dolu görünce, yerinde duramaz, olur; zerreler güneşi görünçe oynaşmağa başlasalar şaşılırmı?

4- Ferzîn gibi kec-revliği ko nat`-ı felekde
Çarh etse gerektür seni bir lu`b ile şehmât

4- Felekle oynadığın satranç oyununda vezir gibi eğri gitmekten vazgeç. Felek seni bir oyun yapıp mat eder, bozguna uğratır.

5- Sevdâ-yı cihânı koma gönlünde Hayâlî
Ol Kâ`be-i ulyâyı niçün mesken eder Lât

5- Hayalî! Dünyâ sevgisini gönlünde yaşatma; kaldır at. Lât, o yüce Kâ`be`de niçin yerleşip otursun.
(Lât, Müslümanlıktan önce Arabistan yarım adasında Uzzâ ve Menât gibi çok inanılan bir ilâhedir. Sülü, beyaz birtaş biçiminde yapılırdı. Kâ`be de bulunan putlardan biridir)

GAZEL IV






1- Başumda mûy-ı jülîde tenümde taze dâgum var
Melâmet mülkünün sultânıyam tûgum otagum var

1- Başımda karmakarışık saçlarım , vucûdumda taze yaralarım var.Ayıplanıp kınanma ülkesinin sultanıyım;tuğum da ortağımda var.
(Melâmet, ayıplanma, kınanma dile düşüp rezil olma demektir. Melâmiyye ve melâmetiyye, usûl, zikir, özel giysi ve tekkeye önem vermeyen bir inanış biçimidir. Bir tarikat olup olmadığı tartışılmıştır. Taraftarlarına Melâmî veyâ kalbiyyun denir. Saç, baş karışık: perişân durumda dolaşır. Halk, değişik davranışları ve giyinişleri yüzünden Melâmileri küçük görmüş, ayıplamıştır.

2- Diyâr-ı sûzub oldum şem` gibi ben de serdân
Nice Ferhâd ile Mecnun gibi yanar çerâgum var

2- Mum gibi ben de yanım tutuşma ülkesinin başkomutanı oldum. Nice Ferhâd ve Mecnûn gibi yanan kandilim var.
(Çerağ kelimesi kandil ve çırak, öğrenci anlamlarında kullanılmış. Âşıkların pîri sayılan Mecnûn ve Ferhâd, benim çıraklarım, öğrencilerimdir; ben onlardan çok yanan bir âşığım denmiş).

3- Fezâ-yı aşkda ben ol Nihâl –i ser-firâzam ki
Nihâl-i Sidre gibi sâye salmış bir budağum var

3- Ben aşk göğünde başı göklere ulaşan öyle bir fidanım ki, Sidre fidanı üstüne gölge salan bir dalım var.
(Sidre, Arabizstan kirazı denen bir ağactır. İnsan ilminin ve idrakının sınırı sidretü-I-müntehâ. Arştaki yüksek, kutsal ağactır. Ondan ötesi Tanrı`nın zât âlemidir. Mi’râç sırasında Cibril aleyhisselam “ Bir parmak daha ilerlersem yanarım” deyip Sidre`de kalmış. Hz. Peygamber ilerlemiştir).

4- Sipâh-ı gussa vü gamdan beri saklar penâhumdur
Yüzünde hâl-i müşginün gibi bir kara dâğum var

4- Senin yüzündeki mis kokulu benim gibi beni gam ve keder askerlerinin saldırılarından koruyup saklayan kara bir yaram var.

5- Hayâlî şâh-ı aşk oldum dahi bu akl-ı hercâî
Gönül mülküne ayak basmasın muhkem yasağum var

5- Hayâlî, aşk diyarının sultanı oldum. Bundan böyle bu kararsız akıl gönül ülkesine ayak basmasın: kesin olarak yasakladım.

Hiç yorum yok: