5 Ocak 2008 Cumartesi

XVI. (16.) YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI

XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI
A) XVI. Yüzyılın Siyasi ve Sosyal Durumu
XVI. yüzyıl her yönüyle Osmanlı için bir altın çağdır. Bu devirde devletin sınırları üç kıtaya yayılarak Türk tarihindeki en geniş sınırlara ulaşmış kudret ve zenginlikte üstünlüğü övülecek duruma gelmiştir. Devlet adamları zeki, dürüst, ahlaklı, adil ve yetenekli kişilerdir. Ordu ve donanama tam manasıyla bir disiplin içindedir. Ekonomik durum yerli yerinde, halkın geliri ve rahatı gayet iyidir. (SOYSAL, 2002, s.379).
XVI. yüzyılın olaylarını şöyle sıralayabiliriz:
Osmanlı Devletinin başına geçen Yavuz Sultan Selim ilk seferini doğu sınırlarında durmadan karışıklık çıkaran Şah İsmâil üzerine düzenler. Safevî Devleti’nin başında bulunan Şah İsmâil, Türk asıllı olduğu halde siyasi emelleri uğruna doğu Anadolu halkını bölüp ayırmaya uğraşmaktadır. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti’ni uzun süre uğraştıran Şah İsmâil’i ( 23 Ağustos 1514) Çaldıran’da yener. Böylece imparatorluk için manevi bir tehlike olan Şîî-Safevî propagandasının önüne geçer. (TDEK, 1992,s.13).
Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’da kazandığı bu zafer devletin başarılar zincirinin başlangıcı olmuştur. Bu seferin ardından Ridâniye (1517) ve Merc-i Dâbık (1516) zaferleriyle Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır Osmanlı ülkesine katılır. Ayrıca Ramazan Oğulları ve Dulkadir Oğulları gibi önemli merkezlerde Maraş, Mardin, Kayseri, Diyarbakır, Adana ve çevreleriyle birlikte Osmanlı ülkesine katılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Doğu’da kazandığı bu başarıların önemli bir sonucu olarak İslam dünyasında egemenliğin sembolü olan “Halifelik” Osman Oğulları ailesine geçmiştir. 10 Temmuz 1517’de Mekke Emiri, Mekke ve Medine’nin ana hatlarıyla Mukaddes Emanetler ve Peygamberimizin bayrağı olan Sancak-ı şerîf’i teslim eder. (İSLAM, 1992, s.96).
Yavuz Sultan Selim’in 21 eylül 1520 gecesi vefat etmesi üzerine Sultan Süleyman Han 30 Eylül 1520’de tahta çıkar. Sultan Süleyman Han hukuka bağlılığı ile ünlüdür. Adildir. Zulme sapanları affetmez. Devlet memurlarını geçerli bir gerekçe olmadıkça azletmez, mutlaka haklı sebeplere dayandığı zaman azlederdi. Kanuna ve adalete bu derece düşkün olması sebebiyle ona “Kanûnî” unvanı verilmiştir. Avrupalılar arasında ise “Muhteşem Süleyman” ve “Büyük Türk” diye anılmaktadır. (GÜNENSAY, 1943, s.142)
Osmanlı İmparatorluğu Yavuz Sultan Selim’den sonra oğlu Kanûnî Sultan Süleyman zamanında da muazzam kudret ve hakimiyetini devam ettirdi. Hem doğuda hem batıda fakat bilhassa batıda önemli başarılar kazandı . Kırk altı yıllık saltanatı döneminde Avrupa seferlerine ağırlık verildi. 1521’de Belgrat, 1522’de Rodos Kalesi fethedildi. Macaristan üzerine düzenlenen sefer başarıyla sonuçlanır ve 1526’da Budin teslim alınır. 1529’da yapılan seferde Viyana kuşatılır. 1532’de Almanya seferine çıkılır. Kanije ve Temeşvar alınır, Avrupa’yı bölmek için 1537’de Fransızlara “Kapitülasyon” olarak adlandırılan ticari müsaadeler verilir. (İSLAM, 1992, s.92).
Osmanlı Devleti üç kıtayı kendisine bağladığı gibi denizler üzerindeki hakimiyetini de başarıyla sağlamıştır. Daha Yavuz Sultan Selim zamanından itibaren büyük denizci Barbaros Hayrettin ile birlikte Cezâyir ve Tunus’un Osmanlı Devletine bağlanmasıyla denizlerdeki hakimiyet başlamıştır. Preveze Deniz Zaferiyle birlikte Akdeniz bir iç deniz haline getirilmiştir. Kemal Reis, İlyas Reis, İshak Reis, Oruç Reis, Hızır Hayrettin Reis ( Barbaros Hayrettin Paşa), Pîrî Reis, Uluç Ali Reis, Turgut Reis, gibi namlı kaptanlar Cebre, Cezayir, Tunus, Sakız, Korsika Adası ve Trablusgarb’ı Osmanlı topraklarına kattılar. Osmanlı denizcileri XVI. yüzyılın başında itibaren Hind sularında da görülmeye başladılar. (İSLAM, 1997, s.97).
Fakat önce Kıbrıs Lepant malubiyeti daha sonrada İran ve Avusturya savaşları bu muazzam askeri ve siyasi kuvvetin yükseldiği yerden aşağıya düşmeye başladığına birer işaret oldu.
Kanûnî’nin ölümünden sonra Sultan II. Selim Osmanlı tahtına geçmiştir. II. Selim devlet işleriyle uğraşmaktan çok kadın, kız ve içki sohbetlerine düşkündü. Sultan II. Selim devrinde Sokulu Mehmet Paşa’nın tedbirli yönetimiyle devletin bütünlüğü ve ihtişamı sürmüş ama yüzyılın sonunda çok değişik ırk, dil ve dine mensup toplulukların oluşturduğu Osmanlı Devleti’nde bazı aksaklıkların, yanlışlıkların ortaya çıkmaya başladığı, alınan bazı tedbirlere rağmen açık bir şekilde görülmeye başlamıştır. (TDEK,1992,s.131)
Askeri ve idari Osmanlı kurumları özellikle Sokulu Mehmet Paşanın ölümünden sonra süratle bozulmaya başladı. Bu zorluklar o dönemdeki bazı mütefekkirler ve tarihçiler tarafından görülmüş ve tehlikenin büyüklüğü az çok hissedilmiş olduğu halde imparatorluğun dıştan görünen göz kamaştırıcı parlaklığı içinde bunlar esaslı bir şekilde göze çarpmamıştır. (BANARLI, 1998, C.1,s.516)
Sultan II. Selim zamanında devletin büyüklüğü ve ihtişamı belirli bir süre daha devam eder. Kuşkusuz bunda vezir-i azam Sokulu Mehmet Paşa’nın payı büyüktür. Bazı tedbirler alınsa da aksaklıklar kendini XVII. yüzyılda göstermiştir.
Sultan II. Selim zamanında daha çok deniz muharebeleri yapılmıştır. Kıbrıs’ın fethi, İnebahtı yenilgisi, Batı Avrupa topluluklarının Osmanlıya bağlanması devrin önemli hadiseleridir. Sultan II. Selim zamanında devletin kaderini değiştirebilecek üç projeye başlanır. Süveyş kanalının açılması, Karadeniz’i Hazar denizi ile birleştirecek kanalın açılması ve Marmara ile Karadeniz arasında İznik ve Sapanca gölleri ile Sakarya’yı birbirine bağlayacak kanalların açılması fakat bu projelerin ortak bir olumsuz yanı olmuştur ki buda hiçbirinin tamamlanamamış olmasıdır.
Sultan II. Selim’in 1571 yılında vefat etmesi üzerine Osmanlı tahtına Sultan III. Murad Han çıkmıştır. Bu dönemde de yine Sokullu Mehmet Paşa vezîr-i azam görevinde bulunmaktadır. Yalnız eski gücünün kalmadığı görülmektedir. 1577’de Sokullu Mehmet Paşa’nın itiraz etmesine karşılık Lala Mustafa Paşa komutasındaki ordu İran seferine çıkmıştır. Safevi devleti ile zorlu savaşlar yapılmış barış ise ancak savaşın başlamasından on üç yıl sonra 1590’da yapılmıştır.
1595’de vefat eden Sultan III. Murad Han yerine Sultan III. Mehmet Han tahta çıkmıştır. Bu arada aldığımız Estergon Kalesi de geri verilmiştir. Padişah sefere çıkar ve Macar ovasına girilir. 1596’da Eğri kalesi fethedilir. Haçova zaferi bu asırda Osmanlı Devleti’nin kazandığı son zafer olmuştur. (İSLAM, 1992,s.96).
XVI. asır Osmanlı Devleti’nin zirveye ulaşması ve hemen ardından duraklama devresine girmesi ve düşüşe geçmesine karşın Safevîler ve Bâburlular (Hind Timurî) bir yükseliş devresine girmişledir. İran ve Azerbaycan’da siyasi ve askeri hakimiyet kuran Safevî Devleti’nin kurucu olan Şah İsmâil çok kısa bir süre içinde Ceyhun nehrinden Basra Körfezine ve Afganistan’dan Fırat nehrine kadar büyük bir alanı alarak buralara hakim oldu. İran, Horosan ve Azerbaycan Safevî hakimiyeti altına girdi. Fakat Şîî olan Safeviler ile Sünnî olan Osmanlılar arasında manevi zıddiyet nihayet Şah İsmâil’in orduları ile Yavuz Sultan Selim’in ordularını karşı karşıya getirince Yavuz’un 23 Ağustos 1514’te kazandığı Çaldıran Meydan Muharebesi ile Şah İsmâil’in Safevî hakimiyetine tamamen son verilmekle birlikte bu devletin bir İran devleti halinde yaşaması gibi bir netice ortaya çıktı. Nihayetinde büyük Safevî Devleti son buldu. (GÖNENSAY, 1943,s.143)

XVI. asır sadece Anadolu’daki gelişmelerle kalmamış bu dönemde Ortaasya’da da önemli hadiseler meydana gelmiştir. Türkistan’da hakimiyet kuran Timûr hanedanının çocukları bu dönemde Türkistan’daki hakimiyetlerini hemen hemen terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunun sebebi ise Timûr varislerinin Özbek’lerle yaptıkları mücadeleler olmuştur. Türkistan’da birçok büyük ülkeler ve mamur şehirler Özbekler tarafından işgal edilmiştir. Fakat kesin bir hakimiyet kurulamamıştır. İstiklal davasında bulunan mahalli beylerin isyanlarıyla karşılaşılmıştır. Böylelikle bütün XVI. asır Türkistan’da geçek bir düzenin ve otoritenin oluşamadığı karışık bir düzen olarak geçmiştir. Bunlarla beraber Timûr’un çocuklarından olan Bâbür Şah bir Türk-Moğol hakimiyeti ve Türk devleti kurmayı başarmıştır. Yalnız bu devlet Türkistan’da değil Hindistan’da kurulmuştur. Özbeklerin baskısı sonucu Hindistan’da devlet kuran Bâbür Şah’ın burada oluşturduğu medeniyet Türk tarihinin iftiharla anacağı medeniyetlerden biri olmuştur. (BANARLI, 1998.C.1, s.516).
Bâbür Şah’ın kurduğu bu saltanat yirmi yıl sürmüş ve ondan sonra bunu çocukları devam ettirmiştir. Bunlar içinde Celâleddîn Ekber Padişah babası gibi devleti huzur içinde yönetip yarım asırlık saltanatı boyunca Türk-Moğol imparatorluğunun en parlak devrini yaşatmıştır. XVI. asırda Hindistan’da kurulan bu büyük medeniyetin zor dönemleri başladı ve birkaç asır daha yaşatılsa da Hindistan hakimiyeti Avrupalıların eline kalmıştır. Bunlar da gösteriyor ki Bizans’ı yıkan ve Avrupa’da siyasi ve askeri büyük bir hakimiyet kuran Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka on altıncı asırda Bâbürlüler ve Safevî’ler gibi iki büyük Türk-İslam devleti de doğu dünyasında Türk hakimiyetini ve dolayısıyla Türk medeniyetini yaşatmaya muvaffak olmuşlardır. Bâbürlüler ve Safevî’ler tarafından meydana getirilen eserler uzun süre Türklerin izini ve varlığını hissettirmiş dünya mimarisinde önemli bir yer ve itibar kazandırmıştır. (BANARLI, 1998,C.1.s.516).
Bu yüzyılın siyasi tarihine genel olarak baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nin bütün müesseselerinde gelişme görülür. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında ihtiyaçlara ve siyasi hayatın gereklerine göre kanunlar yeniden düzenlenir. Bununla birlikte eksikliği duyula ilim kurumları geliştirilmeye çalışılmıştır. İmar faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Mimar Sinan gibi bir deha şahsiyet ve onun elinden çıkan öğrencilerinin, usta mimarların yaptıkları cami, medrese, han, hamam, köprü gibi ölümsüz eserlerle bütün ülke donatılmıştır. Osmanlı Devleti bu sosyal konular ve yapılan işlerle ilgili bütün konuların şeriata ve töreye uygun olmasına bilhassa özen göstermiştir. Bunları yaparken de devletin birliği ve bölünmezliği ile dini üstünlüğü esas alınmıştır. Bu düzeni bozmak isteyenler ise her kim olursa olsun hemen cezalandırılmıştır. Osmanlı padişahları, adaleti mülkün temeli ve halkı da yüce Allah’ın (c.c.) emaneti saymışlar kurulan düzende ırk, din, dil, ayrımı gözetmeden insanların huzur içinde yaşamalarına gayret etmişlerdir.


B) XVI. Yüzyılın Dil, Sanat ve Edebiyatı

XVI. yüzyıl dil, kültür, sanat ve edebiyat sahasında Osmanlı Türkçe’si edebiyatının imparatorluk tarihindeki en üstün seviyeye ulaştığı dönemdir. Osmanlı’da fikir ve sanat hayatı devletin siyasi, askeri ve medeni ihtişamına uygun bir şekilde gelişerek kendini diğer Türk devletlerine kabul ettirebilecek klasik bir edebiyat meydana getirmiştir. Bu dönemdeki gelişme sadece edebiyat alanında değildir. Devlet bir bütün olarak yükselişe geçmiş ve her kurumda büyük ilerlemeler görülmüştür. İlim alanında birbirinden büyük alimler yetişmiş, mimari alanda Mimar Sinan gibi dünyanın en büyük mimarı yetişmiştir. Minyatür, süsleme, hat sanatı gibi zevk, çizgi, desen, renk ve işleme güzellikleri bakımından da bu yükselişin boyutlarını gösteren şaheserler meydana getirilmiştir. (BANARLI, 1998, C.1, s.557).
Devletin bütün kurumlarında görülen bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak kültür, dil, sanat ve edebiyat ilerlemiş bunda da Osmanlı padişahlarının özel çabalarının büyük bir etkisi olmuştur. Osmanlı padişahları kültürlü ve sanatçı kişiler olup bu özellikleri dolayısıyla da ilim ve sanat hayatının korunup kalkınmasında önemli bir rol oynamışlardır. Bu asrın kültürü Osmanlı’nın geniş sınırlarda sahip olduğu zenginlikleri, farklı sanat anlayışlarını, türlü dilleri, sanat ve kültürleri bir arada toplayabilmesi sayesinde daha da ileri bir düzeye ulaşmıştır. Ayrıca padişahların ilim ve sanat adamlarını sürekli kollamalarının yanında onlara hediyeler vermeleri, sohbetlerine dahil edip mükafatlandırmaları, yazdıkları şiirler karşılığında akçe vermeleri ve birçoğuna da inanılması güç derecede aylıklar bağlamaları sanatın değerini arttırmış ve zirveye ulaşmasını sağlamıştır.
Osmanlı padişahlarının Sultan II. Murat’tan başlayarak şiir ve edebiyatla ilgilendikleri, kendilerinin de şiir söyledikleri görülür. Fatih Sultan Mehmet (Avnî), Sultan II. Beyazıt (Adlî), Yavuz Sultan Selim (Selimî), Kanûnî Sultan Süleyman (Muhibbî), Sultan II. Selim (Selimî), Sultan III. Murat (Muradî); şehzadelerden Sultan Cem, Sultan Korkut (Harîmî), Sultan Mustafa (Muhlisî), Sultan Mehmet, Sultan Beyazıt oldukça tanınmış şairlerdir. İçlerinden en çok şiir yazan ve neredeyse dönemin birkaç şairi hariç diğer şairlerini geçen kişi Muhibbî mahlaslı Kanûnî Sultan Süleyman’dır. Divanında sadece 2799 gazel bulunmaktadır. (İSLAM, 1992, s.98)
Bu asırda Osmanlı Devleti’nin bütün şehirlerinde ilim ve sanat faaliyetleri görülmekle birlikte devletin merkezi şehri İstanbul’dur. Diğer ilim merkezleri ise Anadolu’da; Bursa, Kütahya, Manisa, Konya, Kastamonu, Trabzon, Denizli, Amasya, Rumeli’de; Edirne, Filibe, Sofya, Piriştine, Üsküp Ve Acem’de ise Bağdat şehridir. Bu şehirlerdeki alimlerin ve şairlerin toplantıları akademik bir değer almıştır. Padişah sohbetlerinde, saraylarda, konaklarda, savaş yollarında ve ilmi sınıflara göre evlerde hatta yazları köy kahvelerinde bile bu ilim sohbetleri bir gelenek halini almıştır. Başta ilme, edebiyata, okumaya ve musikiye meraklı münevver bir sadrazam olan Makbul İbrahim Paşa olmak üzere devrin padişahlarından sonra gelen büyükleri de genellikle alimleri, sanatkarları, şairleri korumak ve onlara maaş bağlamak, ilim ve sanat adamlarının geleceklerini emniyete almak için çalışıyorlardı.
Bu dönemde sanata ve sanatçıya verilen bunca emekte sonuçsuz kalmamıştır. Dönemin ünlü ilim adamları arasında başta Zenbilli Ali Efendi olmak üzere Kemalpaşa-zâde Şemseddin Ahmet (İbn-i Kemal), Taşköprülü-zâde İsameddin Ahmet, Gelibolulu Mustafa Sürûrî, Kınalı-zâde Ali Efendi, Ebussuûd Efendi, Pîrî Reis, Seydi Ali Reis gibi ilmi şahsiyetler bulunmaktadır.
Bu yüzyılın önemli tarihçileri ise Kemalpaşa-zâde, Hoca Sadeddin, Lütfi Paşa, Selanikî ve Gelibolulu Ali’dir.
Yine bu dönem Klasik Türk edebiyatında, edebiyat tarihleri için çok önemli bir kaynak olan tezkireler ve yazarları şunlardır:
Heşt Bihişt (1538) – Sehi Bey, Tezkire-i Latîfî (1546) – Kastamonulu Latîfî, Meşâirü’ş-Şuarâ (1568) – Aşık Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ (1586) – Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Gülşen-i Şuarâ (1546) – Ahdî ve Tezkiretü’ş-Şuarâ (1596) – Beyâni.
XVI. yüzyıl Klasik Türk edebiyatının tanınmış şairleri Zâtî, Hayâlî, Bâkî, Halîmî, Âhî, Benli Hasan, Nihânî, Revânî, Figânî, Kemal-zâde, Sâgarî, İshak Çelebi, Edirneli Nazmî, Bursalı Rahmî, Celilî, Fevrî, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Nev’î, Gelibolulu Mustafa Âlî, Bağdatlı Rûhi, Güvâhi, Bursalı Lâmi’î ve Fazlî’dir.
XVI. asırda halk edebiyatına ilişkin fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ağırlık divan edebiyatı ve dini-tasavvufi Türk edebiyatı ürünlerine verilmiştir. Ancak halk edebiyatının sözlü geleneğe sahip olduğu düşünülürse bu dönemin hareketli bir halk edebiyatı olduğu kanısına ulaşılabilir. Osmanlı Devleti’nin bu şaşaalı dönemini destanları, koşmaları ve türküleriyle yaşatıp onları nesilden nesile aktararak günümüze ulaştıranlar halk şairleridir.
Bu asırda bütün Türk coğrafyasında halk edebiyatı geleneği içinde halk arasında söylenip gelen destanlarımız ve halk hikayelerimiz de bulunmaktadır. Halk arasında dost toplantılarında veya kahvehanelerde anlatılıp okunan Dede Korkut Hikayeleri, Köroğlu Destanı, Leyla ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Fehat ile Şirin, Âşık Garip hikayeleri, mesneviler, menkıbeler, masallar, meddah hikayeleri halkın hikaye dinleme ihtiyacını karşılamaktaydı. Anlatılan hikayelerin birçoğu yüzyıllar öncesine dayanmakta ve farklı şekilleri bulunmaktaydı.
Genellikle halk edebiyatının bir kolu olarak adlandırılan Tekke edebiyatı da aslında başlı başına bir edebi kol durumundadır. Bu alanın diğerleri ile karıştırılmaması gerekir. Klasik Türk Edebiyatı şairlerinin ve Halk Edebiyatı şairlerinin pek çoğu Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı (Tekke Edebiyatı) alanında da eserler vermişlerdir. Anadolu’daki tekkelerde yetişen pek çok şair Allah aşkını terennüm eden şiirler yazmışlar ve Bektaşîlik, Bayramîlik, Melamîlik, Halvetîlik gibi tarikatların yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu asrın önde gelen şairleri arasında İbrahim Tırsî, Sümbül Sinan, İbrahim Gülşenî, Ahmet Şarban, Ümmi Sinan ve Azmî gibi şahsiyetler bulunmaktadır.
Bu yüzyılda Halk şiiri alanında yetişmiş olan en büyük şahsiyet, hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız Karacaoğlan’dır. Bu asrın diğer halk şairleri ise Kul Mehmet, Öksüz Dede, Köroğlu, Hayalî, Bahşî, Geda Muslu, Çırpanlı, Armudlu ve Hüseynî gibi şahsiyetlerdir. (İSLAM, 1992, ss.99-100)
XVI. yüzyılı dil açısından incelediğimizde edebi dilin Arapça, Farsça kelimelerle ve dil kurallarıyla yoğunlaştığı görülmektedir. Türkçe kelimeler nazma uymadığı için aruz kalıplarına daha iyi ve daha kolay uyan yabancı kelimeler Türk nazmını kuşatmış ve Türkçe kelimeler gittikçe azalmıştır. Kullanılan kelimelerin yarısı bile Türkçe değildir. Bu şekilde aruza uygun bir dil oluşturulmuştur. Bu nedenle Türk dili bütünüyle nazım tekniği, mısralardaki sanat örgüsü açısından çok başarılı bir düzeye ulaşmıştır. Ayrıca şiir dili üslup ve ahenk bakımından da çok yükselmiştir. Dildeki Türkçe sözlerin bazıları kaba ve kalın diye kullanılmamış bunların yerine süslü ve sanatlı olanları tercih edilmiştir. Sanat kullanmak bu dönemde büyük bir maharet sayılmıştır. Ancak bu kadar sanat ve süs Türkçe’nin güzelliğini kaybettirmiş, yapma bir güzellik almış ve süslü yazı üstün duruma geçmiştir.
Bu asrın süslü sanatına karşılık Necâti Bey ve onun yolundan yürüyen bazı şairler şiirlerinde Türkçe atasözlerine yer vermişlerdir. Trabzonlu Derûnî, Âgehî, Aşkî, Yetim gibi şairler mahalli gemici deyimleriyle kaside ve gazeller yazmışlardır.
Ayrıca XV. yüzyılda Aydınlı Visâli tarafından başlatılan Türkî-i Basit Akımı, bu yüzyılda daha da güçlenmiş olarak Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî gibi iki önemli temsilci yetiştirmiştir. Arap ve Fars dillerinin Türkçe üzerindeki etkisi karşısında milli bir akım temsilcisi olarak ortaya çıkan Türkî-i Basit’çiler edebiyat tarihimizde önemli bir yer almışlardır. (SOYSAL, 2002,ss.383-384).
Bu asırda gelişen en önemli özelliklerden biriside son derece yüksek bir seviyeye ulaşan edebiyat ve sanatın artık taklitten kurtularak bir Türk klasiği haline gelmesidir. Yani bu dönemden sonra artık İran ve Arap Edebiyatı’nın yüksek şaşaası geçilmiş ve Türk Edebiyatı kendi klasiğini oluşturmuştur. Yeni yetişen şairlerde artık bu asırdaki zirve şairleri esas almış ve onların yolundan yürümüşlerdir. Ayrıca yine bu dönemden önce dilimize girmiş olan Arapça ve Farsça kelime ve terkipler Türkçe gibi kullanılmaya başlanmış ve zamanla Türkçe’nin gramatikal yapısına uydurulup Türkçeleştirilmiştir. Bunun en büyük faydası Türkçe’nin daha çok zenginleşmesi olmuştur. Zararı ise, estetik yönden daha ilgi çekici Arapça, Farsça karşılığı olan kelimelerin zaman içinde unutulmaları olmuştur.
Bu asrı kısaca özetleyecek olursak Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri alandaki başarısı, zaferleri sadece bu alanla sınırlı kalmamış bir bütün olarak devletin tüm kurumlarında birden bir yükseliş sağlamıştır. Hem dini, hem sosyal, hem siyasi, hem de ekonomik açıdan tarihinin en parlak devrini yaşamıştır. Yalnız bir meyvenin en olgun ve en lezzetli hali olgunlaşmanın bittiği andır. Bu da çürümenin başladığını gösterir. Osmanlı’nın da bu zirve noktası onun düşüşe geçtiği zamanın başlangıcını göstermektedir. Bu nedenle yükselişin hazin inişi Osmanlı’yı bir süre sonra sarmaya başlamıştır.

Hiç yorum yok: